Sağlık Üzerine…
Diye bir başlık görünce sağlık sistemi, hastalıklar, sağlık istatistikleri,
değişen mevzuatlar vb. alışıldık konular beklenir. Böyle olmasın diye düşündüm,
çünkü söylenmeyen, yazılmayan, çizilmeyen yok.
Sağlıkta reform oldu, çok hasta oldu, çok muayene oldu, çok bütçe ayrıldı,
çok teknolojik, çok modern olduk, çok yabancı geldi, çok şikayet oldu, çok
SABİM(*), çok BİMER(**) arandı, çok dava oldu ve…çok saldırı oldu, profesöre,
doktora, hemşireye, güvenliğe ve hatta oradan geçen adama. Çünkü çocuğu hasta
idi veya karısı veya babası, annesi ve sadece onun çocuğu ve eşi, aşiyanı
değerliydi, çok daha değerliydi doktordan, doktorun çocuklarından ve
anne-babasından. Belki de yoktu doktorun anne-babası, çocuğu, eşi, dostu, öyle
ya, doktordu o, kim bilir nereden gelmişti, Olimpos Dağı’ndan veya olmayan
ülkenin olmayan bir köyünden…
Sahiden böyle düşünürüm bazı hasta ve yakınlarının gözlüğünü takıp
algılarını kuşandığımda. O beyaz önlük veya o yeşil ameliyathane fistanı içinde
o kadar yabancı muamelesi görür ki... ve o kadar sınırsız sanılır ki
yetenekleri, mutlaka ağrıyı kesmeli, mutlaka ve mutlaka ölümden döndürmeli,
çünkü bir android, prototip veya bir uzaylı o…
İlk izlenim için ikinci bir şans
yoktur, John Weikert.
Hasta, hekimi; hekim, hastayı ilk gördüğü an, finali belirleyen o tılsımlı
andır.
Bu anın güzel yönetilmesi her şeyi, en basit anksiyeteden en kanlı
saldırılara kadarki spektrum içindeki olası her sahneyi belirler. Ve işin
özünde ne olduğunu anlayalım…
Bu ilk karşılaşma anını bir tür “konfrontasyon” gibi düşünebiliriz, böyle
olması gerektiğinden değil, gerçekleşmenin bu kıvamda olmasından dolayı bu
tanımı kullanıyorum.
Bu ilk karşılaşma anında, hasta, ‘sıradan bir hasta olmadığını, her ne
kadar kendinden önce ve sonra pek çok hasta var ise de en önemli olanın kendisi
olduğunu, hatta, kültürü, görgüsü, entelektüel kapasitesi, oturduğu semt, park
yerine bıraktığı servet değerindeki arabası ve evinin fiyatı gereği çok önemli
bir şahsiyet olduğunu, doktorun bunu mutlaka fark etmesi gerektiğini, fark
etmezse, o zaman zaten insanı ayırt edemeyen, insandan anlamayan bir doktor
olduğunu…düşünürken, hekim ise, toplumun yüzde birinin dahil olabildiği zeka
grubu içinde olduğunu, kazanmış olduğu yüksek puanlı tıp fakültesinde çok
değerli altı yılını, üzerine harcamış olduğu onbeş yıllık akademik çalışmaları
ile adeta bir abide, bir ulaşılmaz, bir mucize olduğunu ve Olimpos Dağı’ndan geldiğini, bütün bu değerlerini
önünde duran hasta için bahşetmeye hazır, yüce bir şahsiyet olduğunu düşünür.
İşte film burada başlar ve tüm senaryosu bu esnada yazılır, adeta bir quantum
hızında.
Bu anda beliren aura ve etkinlik savaşı büyük oranda hastanın kısmen tatmin
olduğu bir kıvamda sonuçlanır. Aslında, hepimizin alışık olduğu vatandaş
profilinden baktığınızda ve bu atmosferin her hasta-hekim karşılaşmasında
yaşandığını varsaydığınızda(ki bu kesindir), oluşan hadiselerin ve çatışmaların
yüzdesinin düşük bile kaldığını söyleyebilirsiniz. Ancak, engellenemeyen o
küçük yüzdelerin içindeki agresyon ve ajitasyon düzeyinin yüksek olması yetiyor
hepimize ve salt “nineniz öldü” dedi diye bıçak dayatabiliyor doktorun
gırtlağına… “Şu an acil değilsiniz, yarın polikliniğe gelmeniz ve uzman hekime
görünmeniz gerekli” diyen bir hekime saldıran bir Alman, Fransız...(Amerika’lı
demiyorum! Orada var şiddet) gördünüz mü, duydunuz mu?
Böylesi bir olgunun Avrupa kültüründe olmaması neleri düşündürür ki bize…
Bu pencereden bakıldığında tabi çok daha farklı sosyolojik, demografik,
dini, etnik, kültürel…değerler söz konusu. Her şeyden önce, gerek hekim
dimağında şekillenen bu mübalağalı yücelik hissi ve gerekse hasta tarafında
belirmiş agresyon eğilimi, şüphesiz ki yaşadığımız coğrafya, tarihsel
öğretiler, özendirilmiş ve yükseltilmiş vandal değerler, değer-değer silsilesi
yerine para-değer silsilesinin hakim kılınmış olması, her eğlencede şiddeti
denemeyi ‘toplumsal bir renk’ olarak masumlaştıran yersiz oriental paradigma ve
bunu besleyen siyasi mekanizmalar, her yanı ve her hali ile kültürü gereksizleştiren,
toplumu sarıp sarmalayan futbolizm ve onun doğurduğu terör…gibi birbiri ile
ilişkili grift, büyük bir mekanizmaya ulaşıyoruz. Tribündeki plastik sandalyeyi
söken orangutan gücünün, hekime saldıranla aynı olduğundan hiç bu kadar emin
olmamıştık sanırım.
Ben, hayatım boyunca sonuçlara bakan adam olmadım, her defasında daha
geride acaba ne var sorusunu soran ve her olayı retrograd irdeleyen bir yolu
seçtim. Veya, ilk gördüğüm sebebe sarılıp, “…aman canım işte, doktor biraz sert
davranmış, adam da n’apsın, o da bir insan işte, zaten çocuğu hasta, çakmış bir
tane doktora, n’olucak yani…” diyen sığlıkla bakan sıradan bir yazı yazan
olabilirdim, ama, kafatasımdaki limbik sistem nöronlarına iş başı
yaptırdığımda…
Bakın, gördünüz mü, bu yazının tonunda bile bir doktor megalomanisi var
dediniz değil mi?
Evet, tam olarak demek istediğim ve kastım budur, ben ve sen ve ötekiler…
Hepimiz bu sarmalın içinde ve katkı verenleriyiz.
Hekim, sonsuz şefkatli, ama öncelikle güven verici ve hastasının egosu ile
asla yarışmayıp, hastası için ‘gerçekten’ kaygılanıp ve bunu hastasına/yakınına
hissettirip, o kutsal duyguyu tüm mesaisine ve hatta yaşamına hakim kıldığında,
başka neye hacet kalır ki…
Hasta, “…fiziksel, psikolojik, sosyolojik açıdan travmalı…” kişi olarak tanımlanır.
Kabul. Hekim bu bakış açısı ile hastanın anormal dahi sayılabilecek söz ve
tavrını önemsememeyi öğrenecek, hasta/yakını bu şefkat kanadı altında ısınacak
ve tabiri caizse ezilecek.
Ve hasta/yakını, kendisine verilmiş olan bu evrensel krediyi, geçmişte
yaşadığı ezikliklerin, aşağılanmışlıkların(ki hepimizin vardır) doyurulması anı
ve fırsatı olarak görmeyecek elbette.
Hayatımıza bir gün daha katamayız, ama, bir günümüze daha fazla sağlık ve
hayat katabiliriz.
Konu sağlık olunca, hekim ve hasta ilişkisi, kadın ve erkek ilişkisi kadar
grift, anlaşılmaz.
Kısaca değindim.
Sevgi ve saygılarımla.
Dr. Şerif Köksal
Medicalpark
Antalya Hastane Kompleksi
Başhekim
(*)SABİM :Sağlık Bakanlığı
İletişim Merkezi
(**)BİMER :Başbakanlık İletişim
Merkezi