26 Kasım 2013 Salı

Hasta doktor ilişkisi, hekime saldırı...


Sağlık Üzerine…

Diye bir başlık görünce sağlık sistemi, hastalıklar, sağlık istatistikleri, değişen mevzuatlar vb. alışıldık konular beklenir. Böyle olmasın diye düşündüm, çünkü söylenmeyen, yazılmayan, çizilmeyen yok.

Sağlıkta reform oldu, çok hasta oldu, çok muayene oldu, çok bütçe ayrıldı, çok teknolojik, çok modern olduk, çok yabancı geldi, çok şikayet oldu, çok SABİM(*), çok BİMER(**) arandı, çok dava oldu ve…çok saldırı oldu, profesöre, doktora, hemşireye, güvenliğe ve hatta oradan geçen adama. Çünkü çocuğu hasta idi veya karısı veya babası, annesi ve sadece onun çocuğu ve eşi, aşiyanı değerliydi, çok daha değerliydi doktordan, doktorun çocuklarından ve anne-babasından. Belki de yoktu doktorun anne-babası, çocuğu, eşi, dostu, öyle ya, doktordu o, kim bilir nereden gelmişti, Olimpos Dağı’ndan veya olmayan ülkenin olmayan bir köyünden…

Sahiden böyle düşünürüm bazı hasta ve yakınlarının gözlüğünü takıp algılarını kuşandığımda. O beyaz önlük veya o yeşil ameliyathane fistanı içinde o kadar yabancı muamelesi görür ki... ve o kadar sınırsız sanılır ki yetenekleri, mutlaka ağrıyı kesmeli, mutlaka ve mutlaka ölümden döndürmeli, çünkü bir android, prototip veya bir uzaylı o…

 

İlk izlenim için ikinci bir şans yoktur, John Weikert.

Hasta, hekimi; hekim, hastayı ilk gördüğü an, finali belirleyen o tılsımlı andır.

Bu anın güzel yönetilmesi her şeyi, en basit anksiyeteden en kanlı saldırılara kadarki spektrum içindeki olası her sahneyi belirler. Ve işin özünde ne olduğunu anlayalım…

Bu ilk karşılaşma anını bir tür “konfrontasyon” gibi düşünebiliriz, böyle olması gerektiğinden değil, gerçekleşmenin bu kıvamda olmasından dolayı bu tanımı kullanıyorum.

Bu ilk karşılaşma anında, hasta, ‘sıradan bir hasta olmadığını, her ne kadar kendinden önce ve sonra pek çok hasta var ise de en önemli olanın kendisi olduğunu, hatta, kültürü, görgüsü, entelektüel kapasitesi, oturduğu semt, park yerine bıraktığı servet değerindeki arabası ve evinin fiyatı gereği çok önemli bir şahsiyet olduğunu, doktorun bunu mutlaka fark etmesi gerektiğini, fark etmezse, o zaman zaten insanı ayırt edemeyen, insandan anlamayan bir doktor olduğunu…düşünürken, hekim ise, toplumun yüzde birinin dahil olabildiği zeka grubu içinde olduğunu, kazanmış olduğu yüksek puanlı tıp fakültesinde çok değerli altı yılını, üzerine harcamış olduğu onbeş yıllık akademik çalışmaları ile adeta bir abide, bir ulaşılmaz, bir mucize olduğunu ve Olimpos  Dağı’ndan geldiğini, bütün bu değerlerini önünde duran hasta için bahşetmeye hazır, yüce bir şahsiyet olduğunu düşünür. İşte film burada başlar ve tüm senaryosu bu esnada yazılır, adeta bir quantum hızında.

Bu anda beliren aura ve etkinlik savaşı büyük oranda hastanın kısmen tatmin olduğu bir kıvamda sonuçlanır. Aslında, hepimizin alışık olduğu vatandaş profilinden baktığınızda ve bu atmosferin her hasta-hekim karşılaşmasında yaşandığını varsaydığınızda(ki bu kesindir), oluşan hadiselerin ve çatışmaların yüzdesinin düşük bile kaldığını söyleyebilirsiniz. Ancak, engellenemeyen o küçük yüzdelerin içindeki agresyon ve ajitasyon düzeyinin yüksek olması yetiyor hepimize ve salt “nineniz öldü” dedi diye bıçak dayatabiliyor doktorun gırtlağına… “Şu an acil değilsiniz, yarın polikliniğe gelmeniz ve uzman hekime görünmeniz gerekli” diyen bir hekime saldıran bir Alman, Fransız...(Amerika’lı demiyorum! Orada var şiddet) gördünüz mü, duydunuz mu?

Böylesi bir olgunun Avrupa kültüründe olmaması neleri düşündürür ki bize…

Bu pencereden bakıldığında tabi çok daha farklı sosyolojik, demografik, dini, etnik, kültürel…değerler söz konusu. Her şeyden önce, gerek hekim dimağında şekillenen bu mübalağalı yücelik hissi ve gerekse hasta tarafında belirmiş agresyon eğilimi, şüphesiz ki yaşadığımız coğrafya, tarihsel öğretiler, özendirilmiş ve yükseltilmiş vandal değerler, değer-değer silsilesi yerine para-değer silsilesinin hakim kılınmış olması, her eğlencede şiddeti denemeyi ‘toplumsal bir renk’ olarak masumlaştıran yersiz oriental paradigma ve bunu besleyen siyasi mekanizmalar, her yanı ve her hali ile kültürü gereksizleştiren, toplumu sarıp sarmalayan futbolizm ve onun doğurduğu terör…gibi birbiri ile ilişkili grift, büyük bir mekanizmaya ulaşıyoruz. Tribündeki plastik sandalyeyi söken orangutan gücünün, hekime saldıranla aynı olduğundan hiç bu kadar emin olmamıştık sanırım.

Ben, hayatım boyunca sonuçlara bakan adam olmadım, her defasında daha geride acaba ne var sorusunu soran ve her olayı retrograd irdeleyen bir yolu seçtim. Veya, ilk gördüğüm sebebe sarılıp, “…aman canım işte, doktor biraz sert davranmış, adam da n’apsın, o da bir insan işte, zaten çocuğu hasta, çakmış bir tane doktora, n’olucak yani…” diyen sığlıkla bakan sıradan bir yazı yazan olabilirdim, ama, kafatasımdaki limbik sistem nöronlarına iş başı yaptırdığımda…

Bakın, gördünüz mü, bu yazının tonunda bile bir doktor megalomanisi var dediniz değil mi?

Evet, tam olarak demek istediğim ve kastım budur, ben ve sen ve ötekiler… Hepimiz bu sarmalın içinde ve katkı verenleriyiz.

Hekim, sonsuz şefkatli, ama öncelikle güven verici ve hastasının egosu ile asla yarışmayıp, hastası için ‘gerçekten’ kaygılanıp ve bunu hastasına/yakınına hissettirip, o kutsal duyguyu tüm mesaisine ve hatta yaşamına hakim kıldığında, başka neye hacet kalır ki…

Hasta, “…fiziksel, psikolojik, sosyolojik açıdan travmalı…” kişi olarak tanımlanır.

Kabul. Hekim bu bakış açısı ile hastanın anormal dahi sayılabilecek söz ve tavrını önemsememeyi öğrenecek, hasta/yakını bu şefkat kanadı altında ısınacak ve tabiri caizse ezilecek.

Ve hasta/yakını, kendisine verilmiş olan bu evrensel krediyi, geçmişte yaşadığı ezikliklerin, aşağılanmışlıkların(ki hepimizin vardır) doyurulması anı ve fırsatı olarak görmeyecek elbette.

Hayatımıza bir gün daha katamayız, ama, bir günümüze daha fazla sağlık ve hayat katabiliriz.

Konu sağlık olunca, hekim ve hasta ilişkisi, kadın ve erkek ilişkisi kadar grift, anlaşılmaz.

Kısaca değindim.

Sevgi ve saygılarımla.

Dr. Şerif Köksal

Medicalpark Antalya Hastane Kompleksi

Başhekim

 

 

(*)SABİM                           :Sağlık Bakanlığı İletişim Merkezi

(**)BİMER                         :Başbakanlık İletişim Merkezi

7 Aralık 2008 Pazar

Cumhuriyet Bayramı

Basitçe, bir insanın başka bir insana iş buyurması bile sorun yaratır.
Yani, “buyruk” ya da “buyurma” buyurulan tarafın onurunu her daim zedeler, zedelemiştir…

Salt, vatanın bütünlüğünü garanti eden askeri organizasyonlardaki “emretme ve itaat” gerçeğinin bile, askerlik görevinin hemen sonrasında özlemle anılmaması, bir şekilde insan doğasının ebedi reddini göstermektedir, buyruk almaya karşı!

İnsanın, insana eşit olduğu,
Ancak, evrensel değerlerin insana değer kattığı,
İnsanın, insanı fizik gücü ile ezemediği,
İnsanın, insanı maddi güç ile aşağılayamadığı,
İnsanın, insan olduğu için değer bulduğu... sistemler neler değildir?
Monarşi değildir,
Aristokrasi değildir,
Teokrasi değildir,
Krallık değildir,
Din cumhuriyeti değildir,
Hilafet değildir,
Saltanat değildir,
….
İnsanın, insan olduğu için değer bulduğu sistem;
Cumhuriyettir,
Demokrasi ile taçlanmış,
İnsan hak ve özgürlükleri ile süslenmiş,
Uygar insan model ve davranışları ile bezenmiş,
Din ve dini zümre baskı ve korkularından arınmış olarak…

Cumhuriyet, bir hammaddedir aslında.
Hamur gibi, ham petrol gibi…
Lezzetli bir pasta, taş gibi bir peksimetin aynı hamurdan;
Şifa veren bir ilaç, kahredici bir bombanın aynı ham petrolden yapılabildiği gibi…

Adına cumhuriyet der, sonrasında yürütmeyi yargıya, yasamayı yürütmeye, siyaseti bürokrasiye, siyaseti ticarete, siyaseti dine, dini siyasete, her şeyi birbirine karıştırırsanız…

Adı kalır ‘cumhuriyet’in boş bir kutu gibi, özü gider nazlı bir gelin gibi, sessizce, ağlayarak…

Biz bayram yaparken,
Ağlatmayalım nazlı cumhuriyetimizi…
Lütfen…

Dr. Şerif Köksal
Ekim 2006